Geçen gün, bir grup dostla Kanal-26’ya taziye için gittik. 
İlhan’ın kaybı, bütün Eskişehir gibi beni de derinden üzdü. 
Her ziyaretimde mutlaka ikisi de olurdu. 
Hep günışığı gibi sıcak, gözlerinin içi gülerek karşılamışlardı. 
Ne yazık… 
Bu seferki varışımızda sevgili Yaşar kapıda tek başınaydı. 
İçim burkuldu. 
Zira ben onları ilk göreve başladığımda tanımıştım; yapışık ikizler gibiydiler.  
O yüzden de uzun süre kardeş oldukları düşüncesine kapılmıştım. 

Hele de Yaşar’ı…  
Öylesine üzgün gördüm ki… 
Gözlerinin yaşı hâlâ kurumamış, kaderin aklına ve yüreğine attığı düğümü çözmek ister gibiydi. Ağlamaktan kan oturmuş bulutlu gözlerle dalıp dalıp gidiyordu. 
Dudaklarını ısırarak hüzünle anlattı İlhan’ı...  O anlattıkça şaşkınlığım daha da arttı: 
“Tam kırk beş yıl Sayın Valim, dedi; tam kırkbeş yıl… Kardeş değiliz, akraba değiliz; ama kardeşten de öte tam kırk beş yıllık arkadaşlık, dostluk... Hiç ayrılmadık. Çocukluğumuz, gençliğimiz, öğrenciliğimiz, askerliğimiz, iş hayatımız hep birlikte geçti. Birbirimizi hiç kırmadık, kırılmadık; birbirimizden hiç yüksünmedik, incinmedik…” 

 
Sonraları daha da yakından tanıdım onları. 
Birbirleriyle ilişkilerinde duygulu ve hünerli  bir kuyumcu inceliği vardı. Canayakın, alçak gönüllü, afra tafra bilmez, görev kahramanı iki yürektiler.  
Dostlukların ve duyguların bir kullanımlık hale geldiği maddileşmiş dünyada böylesi bir can yoldaşlığı… Her şeyin çıkara dayandığı ilişkiler düzeninde tam kırk beş yıl…  Dosttan da öte can yoldaşı olabilmek, can yoldaşı kalabilmek…  
İnanılır gibi değil. 
Bir örneği varsa da ben henüz görmedim.  
Düşünüyorum da yazılabilse ilginç, ilginç olduğu kadar da örnek alınası bir hayat serüveni çıkar ortaya. 

Bürokrasi, doğası gereği soğuktur, duygusuzdur; sorunları çözmede hep mazeret bariyerlerinin arkasına saklanır.  
Gerçek medya  işte tam da burada lazımdır: 
Güç sahiplerinin kesesine kasasına tenezzül etmez; sesi olmayanlara ses, kimsesi olmayanlara kimse olur.  Halkın dert, ıztırap ve acılarını siyasî ve idarî erkin körleşmiş vicdanına gösterir.  
 
Böylesi bir medya kötülüğe kilit, iyiliğe anahtardır; zamanın ruhunu yansıtır ve o kentin hafızasını oluşturur.  
İşte Kanal-26, Yaşar ve İlhan’ın yönetiminde bunu başarıp Eskişehir’deki her kesimin takdirini kazanmaya muvaffak olabilmiştir.  
Onun değerini bilmeyen kent yöneticileri, yaşadığı ânın farkına varamadıkları gibi o kentin geleceğini de kuramazlar. 

Görev sürem boyunca Yaşar ve İlhan’la sık sık birlikte oldum. En acı sözü bile acıtmadan söyleyecek kadar naif ve dosttular. Davranışları ve ilişkileri patron kibrinden uzak birer gönül işçisiydiler. İkbal sever değil, hak severdiler.  Her türlü reklam imkânı ellerindeyken bile önde görünmek istemediler. Her ikisinin de gönüllerinde taşkın bir Eskişehir sevgisi vardı. Eleştirileri, uyarıları her zaman yapıcı, nükteli ve okşarcasına oldu. Resmî teşrifata aldırmadan Eskişehir üzerine onlarla sohbet, sıcak bir okşayış gibi hep yüreğimi ısıtmıştır.  
Her ikisi de Eskişehir’in bilinçaltını, ruhunu ve beşerî varlığını çok iyi biliyorlardı. Bu da normaldi, çünkü bu kentin çocuklarıydılar ve mayaları bu topraklarda yoğrulmuştu.  
Bütün projelerimizde ve sosyal çalışmalarımızda karşılıksız, çıkarsız, hep yanımızda oldular. Bu vesileyle, valilik ve insanımız arasında inanılmaz bir gönül köprüsü kurdular.  
Önerilerinden ve bilgilendirmelerinden öylesine çok faydalandım ki  bu yazının dar kalıplarında anlatamam. 
  

Hele de görevden ayrıldıktan sonra…  
Vefa denilen soylu duygunun insana mahsus olduğunu onlarda gördüm.  
Biliyorsunuz; “Gelen ağam, giden paşamdır” riyakârlığının geçerli olduğu bir dünyada yaşıyoruz. 
Her ikisi de mayalarında var olan asil ruhlulukla, sanki görevdeymişim gibi hiç unutmadılar. Üşenmediler, aradılar sordular, ziyaret ettiler, davet ettiler. 
Örneğini çokça görüyoruz: Ülkemizde basın ve medya gücünü rant elde etmek için kullanmak neredeyse normal hâle geldi. 
Zamanın maliye bakanı rahmetli Unakıtan’ın Kanal-26’ya, Yaşar ve İlhan’a ne kadar çok değer verdiğinin bizzat tanığıyım. Hemen her kuruluşa estirip yağdırırken onlar kendileri için hiçbir talepte bulunmadılar. 
Hatta sayın Unakıtan, onlara illa bir faydası olsun istediği halde teşekkür edip kibarca reddettiler.  Kendilerine teklif edileni de hayra ve sosyal projelere yönlendirdiler. 

Burada bir gönül borcumu yazmazsam vebal olur: 
2014 mahalli seçimleriydi… 
Bendeniz de Büyükşehir adaylarından biriydim. 
Karşımdaki adayların her biri karun gibi zengin. Ben ise tamtakır ham bakır… Üstelik verilen sözler de yerine gelmemiş. 
Kanal 26’da adayların tanıtımı için paket programlar yapılmış. Gücüm yetmeyeceğini bildiğim için program satın almaktan vazgeçtim. 
Çok geçmedi, Yaşar ve İlhan, Kanal’a davet ettiler. Niçin program yapmadığımı sordular. İmkanımın olmadığını anlatarak program yapamayacağımı belirttim. 
Her ikisi de ışıl ışıl sevgiyle bakarak: 
-Sayın Valim senden para isteyen, para bekleyen mi var? Lütfen yapın. Hem de istediğiniz kadar… Yapmazsanız gerçekten güceniriz. 

Şimdi ise İlhan kardeşim sessiz ve sitemsiz, Eskişehir semalarından bir yıldız gibi kayıp gitti sonsuzluğa… 
Onu çok özleyeceğiz. 

Ah hayat…   
Ah o yaralı kuşun uçabilme sevdası! 
Ecel içimizde gizli bir kum saati.  
Sırrı, mühürlenmiş bir kitapta saklı. 
Hep yarım kalmış… 
Hep yarım kalacak tutkulu bir aşk yüreklerde...  

Devran dönüyor durmadan: 
Her gül açıyor, solacağını bile bile… 
Her kuş uçuyor, öleceğini bile bile...  
O yüzden “Her ölüm erken” demişler. 
Rahat uyusun!