“Can verirken can veren anne…” haberi belki sizin de gözünüzden kaçmamıştır.
Öyle bir haber ki hepimizin ciğerini yaktı.
Bu nasıl bir hayat? dedim kendi kendime.
Cevabı verilemeyen nasıl bir hayat, ya Rabbi!
Bu, enkaz altında kendisi ölümle pençeleşirken doğum yapan bir annenin hazin hikayesiydi.
Ve annesinin küllerinden doğup hayata merhaba diyen bir bebeğin…
*
Şu son deprem...
Kadın erkek demeden milletimizin yüreğinde kapanması zor yaralar açtı.
Şimdi de bu son depremin yıkıcı etkilerini kadınlarımız yaşıyor.
Hem de en ağır şekilde…
Çünkü kadın afetzede olmanın yanında annedir; aileyi çekip çevirendir, küçüklere ve yaşlılara kol kanat gerendir.
Hele bir de eşini, çocuklarını ve yakınlarını kaybetmişse…
Bütün bu acılar yetmezmiş gibi, bir de kimi ahlaksız ve namussuzlarca kolay hedef görülmektedir.
Yağma ve cinsel şiddet dahil birçok kötülüklere maruz kalmaktadır.
*
Fakat şu bir gerçek…
Tarih boyu doğal afetler olsun, savaş ve göçler olsun, sıkıntının en büyüğünü hep kadınlar çekmiştir.
*
Satı Ninem…
Dedem Çanakkale'ye gidip de şehit düştüğünde henüz otuzlu yaşlarda genç bir kadınmış.
En büyüğü 12 yaşında dört çocuk…
Yılların yıllara aktardığı dertlerle hayatın acımasız girdabında kalakalmış.
''Savaşın zulmü bitinceymiş yavrum'' derdi sık sık.
Bu sözün derin anlamını küçük olduğum için o zaman kavrayamadım.
Sonraları pek iyi anladım.
Gençliğini, kadınlığını, beşerî tüm arzularını unutmuş. Evin hem erkeği hem kadını olmuş.
On yıllarca süren nice yokluklar, yoksunluklar ve yıkıntılar arasında mücadele ede ede dört bebesini de gül gibi yetiştirmiş.
Fakat ne pahasına?
Hayatından vazgeçip, kendi hayatı pahasına!
*
Ha keza, Cemile Ablam…
O da, eniştenin vefatı sonrası otuzlu yaşlardaydı.
Yüzünde kısacık sürmüş son mutluluk çizgileriyle bir gülücük boyunda,
altı küçük bebesiyle kalakaldı.
Yine de yılmadı.
Kadınlığını, gençliğini bir tarafa gömdü.
Hayatından, yaşamaktan ve tüm dünya nimetlerinden vazgeçti. Kırık bir umut, yıkık bir yürekle de olsa acımasız ve zorlu bu hayat yolculuğunu çocukları için canı pahasına sürdürdü.
Öz canından vazgeçip çocuklarına yaşanabilir bir hayat bağışladı.
Kendi baharını öldürüp yeni baharlar diriltti.
*
Kadına en yakışan “Analık”tır, derler.
Doğrudur.
Onunkisi çocuklarının ömrüne adanmış bir candır. Karakterine hiçbir süs kondurmadan yüreğinin üstünde onların yüreğini taşır. Sevgi kalbinde bir muska gibidir. Sessiz duruşunun ardında renkli ve çiçekli dünyalar vardır. Açık bir zihin, ayık bir kalple hurda hayatlardan mutlu dünyalar kurar. Kurduğu o dünyaya, ömrü boyunca diriliş ırmağından gülden taslarla su taşır. Dilinde bilinmedik meyveler biter. O yüzden en acı sözü bile acıtmadan söyler. Hayatın acımasız yüzü onu ne kadar yaralarsa yaralasın nefret bağlamaz.
Derler ki, yeryüzünde tek bir ana bile kalsa güneş doğmaya devam eder.
Ana sevgisidir ki, içinde bulunduğumuz karanlığı aydınlatan ışıktır.
Bana göre hayatta mucize aramaya gerek yoktur.
Böylesine canlarını adayan kadınların hayatı tam bir mucizedir.
Onlar için hayat, yarım kalmış bir rüya…
Ve doyulmamış, eksik bir tat olarak kalsa da…
*
Maalesef…
Son zamanlarda analık duygusu zayıf, vur patlasın çal oynasın havasında hoppa kişilikler de türedi.
Yavrusunu inek sütüyle,
Ya da Avrupa mamasıyla büyüten,
Çocuklarına kendi bakmayıp bakıcıya baktıran analar…
Sonra da sütünü, kokusunu vermediği evlattan hayır bekleyen analar.
*
Geçen hafta “Dünya Kadın Hakları Günü” kutlandı.
Biraz geç oldu ama, bana da bunları hatırlattı..