Özdemir İnce Cumhuriyet’teki köşesinde bundan tam 50 yıl önce TRT’de yaşanmış olaylar hakkında bir değil iki yazı yazdı. O dönemin TRT Genel Müdürü İsmail Cem’i ve aralarında benim de bulunduğum ve TRT’ye altın yıllarını yaşatmakla övülen grubu, TRT’yi bozmakla suçladı.
Eminim, bu olayların yaşandığı dönemde henüz doğmamış olan pek çok okur merak etmiştir: Fol yok yumurta yokken Özdemir İnce niçin bu yazıları yazdı? Bu yaptığının bayram ve seyran değilken kondurulan enişte öpücüğünden ne farkı var?
Aslında fol da var, yumurta da var, ama Özdemir İnce nedense onları yazıya koymamış. Ben ekleyeyim: Özdemir’in bize öpücük göndermesinin nedeni birkaç ay önce yayınlanan Babıali’ye Son Tren adlı anılarımdır.
O kitapta 1974-75 yıllarında, yani İsmail Cem’in Genel Müdür olduğu dönemde TRT’de yaşadıklarımızı da anlatıyorum.
Ecevit’in Başbakan olduğu o sıralarda beni en çok şaşırtan şeylerden birisi TRT’yi çağdaş televizyonculuğa, özgürlüğe, sola açan yayın uygulamalarımıza en sert tepkinin TRT içinde solcu olarak bilinen bazı müdürlerden gelmesi olmuştu. Denetim Müdürü Özdemir İnce de onlardan biriydi. TRT’nin dışından geldiğimiz için bize “gurka”lar adını takmışlardı, çiçeği burnunda ve idealist bir İletişim doktoru olarak bu keskin muhalefete şaşırıyordum.
ANILARDAN
Anılarımda onlara kısaca değindim:
“Tuhaf olan, bu muhalefetin önderliğinin solcu geçinen, iş teorik tartışmaya gelince mangalda kül bırakmayan kimi müdürlerce yapılmasıydı. Oysa biz onlarla yanyana, içiçe iyi çalışabileceğimizi düşünmüş, daha çok, son dönemde TRT’ye yerleştirilmiş emekli askerlerden ve sağcılardan muhalefet beklemiştik. İdeolojik olarak kendimizi yakın gördüğümüz bir takım kimselerin niçin böyle davrandığını anlayamayacak kadar saftık. Ankara’nın, ideolojileri aşan gruplaşmaları ve kulisleri olduğunu bilmiyorduk. Bürokrasilerin içiçe kurulmuş kalelerden oluştuğunu yeni öğreniyorduk. Belki de “içeri”nin “dışarı”ya karşı doğal direnmesiydi bu; “yerel”in “evrensel”e, “vasat altı”nın “kalite”ye direnişi olarak da görebilirdik!
Bize ulaşanlara göre, kimileri Cem’i ve bizi, onlara karşı kurulmuş büyük bir komplonun uzantısı olarak görüyorlardı…
İsmail Cem, bir yandan Atatürkçü sloganlara sığınan, öte yandan Türkiye’de yarın devrim olacakmış gibi keskin tavır takınan bu grubun sol anlayışından “küçük burjuva radikalizmi” diye söz ediyor, fazla ciddiye almaya gerek olmadığını söylüyordu. (…)
Cem sonradan TRT anılarında da yazdı: o zamanlar yaygın olan bir açıklamaya göre “Sol’un çocukluk hastalığı” idi bu tür radikalizm. Bu hastalığın ilacı, zaman, deneyim, olgular ve gerçeklerdi! Eylem ve pratiğin öğrettikleriydi. Ak koyun ve kara koyun yokuşta meydana çıkacaktı!
Ama ben, tüm iyi niyetimle, onlarla konuşmaya karar verdim. Yaz aylarında bir gün Mithatpaşa Caddesi’ndeki televizyon binasında (TV Müdürü) Tarcan’la birlikte oturduğumuz odanın karşısına, program denetçileri taşındı. Özdemir İnce de onlardan biriydi, sanırım müdürüydü. Ben zaten onunla tanışmak istiyordum. Edebiyat dergilerinde yanyana imzalarımız çıkmıştı. Müdürler grubunun liderlerinden olduğu söylenen Özdemir’le iki edebiyatçı olarak konuşup dertleşecek pek çok ortak konumuz olmalıydı.
Bir sabah gözü karartıp koridorun karşısına geçtim, Özdemir ile arkadaşlarının bulunduğu odaya girdim. Özdemir başını kaldırıp bu Gurka da nereden çıktı dercesine ters ters baktı. Onu görmeye geldiğimi belli etmek için “Merhaba Özdemir Bey!” deyip elini sıktım. Masasının önündeki sandalyeye iliştim.
İşler nasıl gidiyor, siz neler yapıyorsunuz türünden şeyler konuştuk. Acaba kafasından neler geçiyordu? Sevmediğini açıkça belli ettiği yeni Genel Müdür’ün gönderdiği Amerikan yetiştirmesi bu adam her ne hikmetse odasına kadar gelmişti!
Sözü edebiyata getirdiğimde bir an sessizlik oldu. Özdemir geriye kaykılıp, en mikrofonik sesiyle:
“Bir de hikayeci Haluk Şahin var biliyor musunuz?” dedi.
Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Kendimi toparladıktan sonra gülerek:
“O benim,” dedim. “Hikayeci Haluk Şahin benim.”
“Yok canım,” dedi.
Beni hikayeci Haluk Şahin’liğe yakıştıramamıştı! Amerika’dan kimbilir hangi amaçla paraşütle getirilen adamın yıllardır sol edebiyat dergilerinde hikayeleri çıkan Haluk Şahin’le ne ilgisi olabilirdi?
Ona şiirlerini bildiğimi, yazılarını okuduğumu söyledim. Bir edebiyatcının sempatisini kazanmanın en kestirme yolu budur. Sonra Halkın Dostları’ndan, Ataol’dan, İsmet’ten, Murat Belge’den filan konuştuk.
Şairler genellikle birbirlerini sevmezler ama, şiir seven okurları, hele onların şiirlerini seviyorlarsa, pek severler. Bu minval üzere epey sohbet ettik. Sigaralar yakıldı, çaylar geldi, Genel Müdür danışmanı ve mecburen hala Amerikadan getirdiği giysileri giyen Haluk Şahin meğerse kimmiş! Hikayeci Haluk Şahin’miş!”
KÜÇÜK BURJUVA RADİKALİZMİ
O konuşmadan sonra benim için aramızdaki buzlar kırıldı.
Bazı arkadaşlarımız söylenenlere çok kızıyorlardı ama, Cem’e göre bize karşı yapılanlar “küçük burjuva radikalizmi”nin tipik örnekleriydi. Sınıfsal ve sendikal bir tabandan yoksun, bireysel çıkışlardı.
(O dönemlerde kuramsal açıdan titiz bir Marksist olan olan Cem, zengin bir aileden gelmesine rağmen TRT Genel Müdürü olduğunda Türkiye Gazeteciler Sendikası İstanbul Şubesi Başkanı’ydı ve TRT’den atıldıktan sonra bir dönem Devrimci İşci Sendikaları’nın (DİSK) gazetesi Politikayı yönetecekti.)
Ona karşı çıkanlar ise ne sendikalıydı, ne partiliydi, ne gazeteciydi, ne sinemacıydı, ne de televizyoncuydu. Onlar sadece memur ya da bürokrat idiler ve dışardan gelenlere karşı makamlarını ve fildişi kulelerini koruma içgüdüsüyle hareket ediyorlardı. İdeolojik değil, bürokratik reflekslerle davranıyorlardı.
Cem’e göre, önemli olan somut olarak yapılan, ekrana çıkandı, havada kalan radikal söylemler değil. Programlara halkın tepkisi her şeyi açıklayacaktı!
Nitekim, öyle oldu. Programlar nedeniyle Cem bir çeşit halk kahramanı ilan edildi. Bir süre sonra yapımcı arkadaşların çoğu, o dönemin ne kadar özel olduğunu görüp, yanımızda yer aldılar. Güzel şeyler yaptılar. Uğur Dündar, Sedat Örsel, Faruk Bayhan, Çetin Öner, Tekin Özertem ve niceleri…
Programlar, olgular, övgüler ortada. Kitaplar raflarda. Arşiv kimin ne yaptığını gösteriyor.
Aradan 50 yıl geçti. Tarih hükmünü verdi.
Özdemir enişte bizi işte bunu hatırlattığımız için öpüyor!