Cumhuriyet devrimlerinden ve Atatürk’ün ölümünden sonra, Türkiye’de gerçek anlamda “Aydınlanma” 1939-1946 yılları arasında yaşanan yedi yıl, yedi ay, yedi gün süren (Aralık 1938-Ağustos1946), Mustafa Kemal’i rehber edinen Hasan Ali Yücel’in o günkü adıyla Maarif Vekili, bu günkü adıyla Milli Eğitim Bakanı olduğu süreye denk gelir. O yıllarda ülkede yurttaşların %25’i şehirlerde %75’i köylerde yaşıyordu. Oysa okul ve öğretmen bulabilen çocukların %75’i şehir ve kasabalarda %25’i köylerde bulunuyordu. Bu oranı terse çevirmek aydınlanmanın özünü oluşturdu. Büyük bir gayretle on beş yıl içinde durum tersine çevrildi. 1955 yılında artık 1.822.498 ilkokul öğrencisinden 1.289.547’si köylerde 563.051’i şehirlerde bulunuyordu. Bu nasıl gerçekleşti? Nalbant yetiştiriyor diye küçümsenen “Köy Enstitüleri” sayesinde başarıldı. Endüstri devrimini ıskalamış din tarım imparatorluğu kalıntısında “Aydınlanma” ancak eğitimle gerçekleşirdi…

TÜİK’e göre 2023 yılı itibariyle Türkiye’de yaşayan nüfusun %93’lük kısmı şehirlerde yaşıyor. İnsanlarımızın çoğu modernitenin parlattığı, aydınlanmanın lokomotifi varsayılan şehirlere akın etmiş gibi görünüyor. Şehirlileşmiş bir nüfus ile bugün 1950’lerin Türkiye’sinden çok daha ileri bir noktada olmamız gerekmez mi? Aradan geçen zaman ve azalan nüfus ile köyün sorunları çözülmüş, halk cehaletin pençesinden kurtarılmış, bilim, sanat, edebiyat, spor alanında arzu edilen noktalara ulaşmış durumda bulunmalıydık. Ama olmadı, olamadı. Aydınlanmayı sağlayamadık, aksine cehaleti yaygınlaştırdık, şehirleri eğitimsiz bırakılmış, çorak, kocaman köylere çevirdik. Atatürk’ün işaret ettiği “muasır medeniyet” seviyesinin üstüne çıkamadık. Aydınlanmayı sağlasaydık, kendi aklımızı kullanma becerisini geliştirecek, aklımızı cahil cühelaya kiraya vermeyecek, dogmalara ve naslara teslim etmeyecektik…