Halil Öztürk… 
Hemşerileri arasında adı Halil Ağa’dır. 
Gençliğinde eşkiyalık yaptığı da olmuş.  
1950-60 arası kesintisiz Erzurum milletvekilliği yapmış. 
Gel zaman git zaman 27 Mayıs 1960 ihtilali vuku bulur. 
Bütün Demokrat milletvekilleri gibi Halil Ağa’da Yassı Ada’da yargılanmak üzere hakim karşısına çıkarılır. 
O da diğerleri gibi, “Anayasayı tağyir, tebdil ve ilgaya tam teşebbüs…” diye devam eden o meşhur maddeden yargılanmaktadır. 
Hakim sorar: 
- De bakalım sen bu suçu işledin mi? 
-Bu sözler ne demektir, vallah hiç bir şey anlamamışam. 
Hakim açıklar: 
- Sen de anayasayı çiğnemişsin.  
Halil Ağa bu iddia karşısında şaşar kalır. Çünkü on yıl milletvekilliği yapmış olmasına rağmen anayasa sözcüğünü hayatında ilk kez duymaktadır. 
-Valla hakim bey, dersen ki İncil’i çiğnedin doğrudur. 
Dersen ki Tevratı çiğnedin doğrudur.  
Haşa, sümme haşa Kur’anı çiğnedin dersen tamam da…  
Amma velakin ben bu anayasa denen şeyi hayatımda hiç ama hiç görmemişim. Hem vallah, hem billah… 

Ali Rıza Septioğlu… 
Bu ismi bizim kuşak tebessümle hatırlar. 
Elazığ Palu’dandır ve aileden şıhtır. 
Önce milletvekili sonra devlet bakanı olur. 
Gün gelir öğretmen bir hemşerisini müdür yapmak ister. 
O öğretmeni yanına alır Milli Eğitim Müsteşarına götürür. 
Müsteşar durumu inceler. 
-Efendim der, bu arkadaş müdür olamaz! 
Ali Rıza bey hayretle sorar: 
-Peki niçin? 
-Müdür olmak için üniversite mezunu olmak şartı vardır. Bu arkadaşımız ise lise mezunudur. 
Ali Rıza Bey şaşar kalır;  bu durumu kafası bir türlü almaz. 
-Ula bu ne biçim devlet be..?  İlkokulu zar zor bitiren beni milletvekili yapisiniz; hatta bakan yapisiniz. Velakin lise mezunu şu adamı müdür yapmisiniz… Bu ne işitir lo? 

Ne yazık ki, bu tür fıkra gibi yaşanmışlıklar istisna değildir. 
Böylesi fıkra diye anlatılacak yaşanmışlıkları yazmaya kalksam ciltlerle kitap olur. 
Ne yazık ki, başta siyasal hayatımız olmak üzere, eğitim, sosyal, ekonomik kurumlarız böylesi nice absürtlüklerle doludur. 

Bu örnekleri niçin anlattım? 
Seçim ortamına girdik de ondan. 
Önümüzdeki günlerde koskoca bir ülkeyi yönetecek zevatı seçeceğiz. 
Bu, geleceğimiz için öylesine önemli, öylesine önemli ki… 
Böylesi seçimler memlekete kader biçmektir. 

Öyleyse seçerken ölçümüz ne olmalı? 
Kişilerin şu partiden, bu partiden olması mı?  
O inançtan bu inançtan, o mezhepten bu mezhepten olması mı?  
Yoksa şu etnik kimliği, bu etnik kimliği taşıması mı?  

Sizler de bilirsiniz. 
İşin aslı “Ehliyet ve Liyakat”dır. 
Tarihimiz boyunca önünü göremeyen adamlar sonunu göremeyen adamları iş başına getirdi. 
Getirmesine getirdi de başımıza gelmeyen sıkıntı, dert, bozgun, bunalım, felaket kalmadı. 
Halende şu başımıza gelen deprem, sel gibi felaketlere bakın. 
Siz, çürük zeminlere koca koca şehirler kondurun; 
Üstelik bir de binaları tekniğine uygun yapmayın. 
Dere yataklarına koca koca mahalleler kurun.  
Deprem sel olduğunda da bu kader deyip işin içinden çıkın. 

Demem o ki, siyaset başta, her alanda işinin ehli liyakatli insanları işbaşına getiremediğimiz sürece, ne yazık ki başımız dertten kurtulamayacaktır. 
Lafın kısası; 
“Eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz!”
Öyleyse gelin hep beraber liyakatli insanları seçmeye çalışalım.
Çalışalım ki, doğru cetvelden doğru çizgi çıksın...