Kara baht bir kasırga gibi yaktı kavurdu… 
Evler, apartmanlar, yuvalar yıkılıp parçalandı… 
Cihan viran, koca şehirler masum canlara mezar oldu… 
Istırap gözlerimde, dudaklarımda bir demir yığını... 
Ve ben, birdenbire ortasında kalakaldığım bu ürkütücü gerçek karşısında dilsiz bir suskunlukla; 
Yemek yerken utanıyorum… 
Su içerken utanıyorum. 
Sıcak yatağımdan utanıyorum. 
Paralanmış yüreklerin yıkılmış umutlarından, kanlı gözyaşlarından utanıyorum. 
Ve elim böğrümde bir şey yapamamaktan utanıyorum! 

Bu ne dayanılmaz, bu ne baş döndürücü ıstırap Ya Rab? 
Tevekkül güç… 
İsyan vahim! 

Yüreğimde fokur fokur kaynayan bir isyanla koşa koşa kan vermek için gittim Kızılay’a; 
Damarıma giren iğnenin acısı yürek acımı biraz olsun bastırabilsin diye…  
Azıcık da olsa dindirebilsin, yüreğimi biraz olsun soğutabilsin diye… 
Ne yazık ki onu da beceremedim. 
Meğer Kızılay’ın stokları çoktan dolmuşmuş… 

Ne diyeceğimi, ne yazacağımı şaşırmış, klavye başında düşünüp dururken Japonya’da yakalandığım deprem geldi aklıma. 
1998 yılıydı... 
Bir gurup vali, Japonya İçişleri Bakanı’nın daveti üzerine gitmiştik. 
Başkentteki Tokyo Oteli’nin 30. Katında, tam da akşam yemeği sırasında koca bina, poyraza tutulmuş kavak ağacı gibi sallanmaya başlamasın mı? 
Ölümüne korku ve şaşkınlık içinde geçen 45 saniye… 
Ki, o 45 saniye sanki 45 asır gibiydi. 
Deprem bitip kendimize geldiğimizde ev sahibi Japonlar, biraz da halimize gülerek, “deprem geçti” işareti yapıyorlardı. 
Merak edip depremin şiddetini sordum. 
“Sekiz buçuk” dediler. 
Evet, yanlış okumadınız sekiz buçuk şiddetinde bir deprem… 
Kırılan birkaç bardak, tabak, çanak dışında kimsenin burnu bile kanamamıştı. 
Şu an bizdeki deprem 7,6-7,7 şiddetinde … 
Ne yazık ki her yer mahşer… 

Görülüyor ki öldüren deprem değil… 
Öldüren; 
Vicdanı silik, kendisi sülük,  rantçı siyaset esnafı. 
Hileli iflaslara, hileli ihalelere, hileli kredilere çanak tutan rüşvetçi bürokratlar… 
Kasasıyla, kesesiyle onlara bağlı al-yapçı, çal-satçı hırsız müteahhitler… 
Siyaset yapmaktan görevlerini yapmaya vakit bulamayan üniversiteler,  meslek odaları, demokratik kitle örgütleri…  
Ve… 
Ve ne yazık ki, ahlaklı, erdemli, liyakatli insanları seçmesini bir türlü beceremeyen sen, ben, biz… 
Hepimiz… 

Adamda bir kucak sakal, üç metre sarık oturmuş yumuşak mindere, ahkâm kesiyor: 
Neymiş? 
Deprem başlar başlamaz, halk korkup telaş etmiş, sokağa fırlamış... 
Ve Gavs Hazretlerinden yardım istemiş... 
Gavs da zelzeleye doğru hitap ederek; 
- Ey zelzele! ‘Sakinleş’ demiş.   
Zelzele kendi lisanıyla ona cevap vermiş: 
-Sana itaat olunmakla emrolundum! deyip  sonunda, deprem bitesiymiş… 
 

Adamın din diye bütün bunları anlatması neyse de… 
Yüzlerce mürit, adamı inanarak öylesine huşu içinde dinliyorlar ki… 
Akıl alacak gibi değil. 

Şu an bütün iradem, duygularım ve düşüncelerimle isyanlardayım. 
“Başımıza gelen bunca felaketten ders çıkarıp akılla, bilimle, fenle tedbir almayı ve çalışmayı ne zaman öğreneceğiz Ya Rabbi!” diyor içimden bir ses. 

Böylesi durumlara Kur’an ne diyor biliyor musunuz? 
“İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizleri yakma Allah’ım!”