Bazen hayallere dalar o uzun kış geceleri aklıma gelir.
Evler genelde tek katlı ve bahçeliydi. Çoğu da bodrumlu.
Salonda kocaman bir Şakir Zümre döküm sobası olurdu.
Kömür, linyit ya da Kütahya olurdu. En iyi ısıtansa linyit kömürüydü.
O soba şimdinin kalorifer peteğine on basardı.
Yanan sobanın üstünde bir güğüm her an sıcak su demekti.
Kızartma makinesi sobanın maşasıydı.
Her evdeki soba ısı dönüşümlüydü. Kağıt, portakal, limon kabuğu, kesekağıdı
yakılarak kalori verecek ne varsa soba emrinizdeydi. 
Evlerin mimarısı tüm odaların salona açılırdı.
Yatılacak odaların kapıları açık olurdu.
Sobanın yandığı salona serilen yataklarda çocuklar uyurdu.
Uyumadan önce ninemizin anlattığı masallarla uyurduk. 

Kış Kasım ayında kar yağışıyla başlar.
Nisan ayına kadar kar olurdu.
Tek katlı evlerin saçaklarından sarkan buzul sarkıtlar vardı.
Kapıların önü kaymayı önleyen soba külüyle serilirdi.
Hani, komşu komşunun külüne muhtaç atasözü oradan gelir.

Şimdi güleceksiniz ama: Oturmamız yasak olan misafir odalarımız vardı.
Her zaman kapısı kapalı olurdu. 
O odaları oturma koltukları ve kanepeleri işgal ederdi. 
Bir de senin oturmana izin vermeyen o yastıklardan söz etmezsek ayıp olur. 
Bu oturmadığımız misafir odasının keyfini o yastıklar yaşardı.
O yastıkların ne işe yaradığını hala çözemedim.
Çözdüğüm tek şey o evde yaşayan insanların sevgi sıcaklığıydı.
O sıcaklık yaşadığımız bu evleri daima ısıtırdı.