İnsan doğası dokunma üzerine kuruludur: Göz göze gelmenin, el ele sıkışmanın, kollarımızı yoldaşın omuzlarına dolayarak yürümenin birbirimizin göğsüne başını koyarak uyumanın anlamı, “Biz birbirimiz için varız!” cümlesinde yaşam bulur.
Alışkanlıklarımız ve günlük yaşam konforumuz önemli ölçüde birbirimize olan aşinalığımız, karşılıklı güven sınırlarını çizmiş olmakla ilgilidir. El sıkışma, “benden sana zarar gelmez, birlikte daha güçlü oluruz” mesajıdır. Çok sayıda şair gözlerin, pencerelerin, açılan kapıların ve “ellerin dili” üzerine şiirler yazmıştır. Gözlerimiz ve ellerimiz sözcükler söylemese de, kavramlar üretmese de sevgiyi, dayanışmayı, nefreti ve korularımızı anlatan sessiz bir dile sahiptir; o dili anlayanlar, anlamayanlara göre bir adım önde yürür.
Farklılıklarımız bizi zenginleştirir
“İnsanlar tornadan çıkma türdeş eşyalar değildir”; farklıdır. Hepimiz birbirimizin aynısı olursak, yaşam çekilemez olur. Farklılıklarımız, çeşitliliğimizin, renklerimizin ve zenginliklerimizin çekirdeğidir.
Toplumsal yaşamlarımız da farklılıklarımızın dengesinden oluşur: Biz başkalarına, başkaları da bize rol biçer. Rolümüzü karşımızdakinin beklediği gibi oynarsak ilişkiler iyi yönde ilerler; oynamazsak, insanın kırılgan yanı öne çıkar; darılırız, ayrışırız, hatta büyük yıkımlara yol açan çatışmalara kadar gedebiliriz.
Toplumsal bir varlık olan insan “dışlanmaktan” hoşlanmaz. Kendine yakın bulduğu, ortak değerlere sahip olduğu başkalarıyla bir arada olursa güven duygusu yücelir. Bu birlikte yaşama güveni “utanma duygusunun” özüdür. Toplulukların “yanlış” olarak kabul ettiği işleri yapmadan bizi sakındıran “utanma duygusudur”. Utanma duygusu, insanı “insan” yapan önemli bir duygusal yanımızdır.
Biz insanlar “birbirimize sığınırız”: Varlığımızı koruma ve sürdürme, birbirimize güvenme ve dayanışma bilinci yükseldikçe yaşam kalitemiz yükselir.
Yankı odalarımızın tutsağı olursak
Yüz yüze ilişkinin, gözle ve ellerimizle temasın azaldığı, küçük “yankı odalarına” sıkıştığımız bir çözülme süreci yaşanıyoruz. Okula gitmeden eğitim, iş yerine gitmeden çalışma, toplantıya katılmadan tartışma süreci yaşamı kolaylaştırdığı kadar; binlerce yıllık kültürümüzü, alışkanlıklarımızı yok edebiliyor. Birbirimizi “gözle ve sözle kontrol etmenin” menzili dışına çıkıyoruz. Toplulukları oluşturan düğünde, dernekte, bayramda, seyranda, toyda, törende, çarşıda, pazarda, okulda, mabette, sokakta birbirimizi “gözle ve sözle kontrol etme süreci” tıkanınca, utanma duygusunun yarattığı “öz denetimden” de uzaklaşıyoruz. Utanma duygusu firar edince, insanı, insanlık onuruna götüren yollar da tıkanıyor.
Birbirimize rol biçme ve rollerimizi oynama biçimlerimiz değişiyor. Aidiyet ve birlikte var olma algılarımız farklılaşıyor. Var olma ve varlığımızı koruma anlayışımız farklı algı, araç-gereç gerektiriyor. Yaşamı düzenleyen etkenleri yeniden değerlendirmek, yeni araç-gereçlerin yarattığı yeni iletişim ve etkileşimleri yeniden betimlemek ve belirlemek gerekiyor… Bu yeni ihtiyaçları doğru tanımlamamız için konuları alabildiğine sorgulamalıyız… Temel sorumuz şu olmalı: Çözülmeler karşısında, nasıl bir yeniden örgütlemeyle yaşamı daha kaliteli hale getirebiliriz?