Yaşamda her şeyin kendine özgü dili var: Ağzımızdan sesle ilettiğimiz sözcükler…. Vücut dili… Ellerimizin dili…Sinema dili… Medya araçlarının kendine özgü anlatım biçimleri…Hepsi  yaşamı anlama ve anlatma üzerine kurulu. 
    Çok uzakta  değil,  21 Ekim 2024 günü  Daron Acemoğlu’nun Nobel  Ekonomi Ödülü üzerine  düşüncelerimi sizlerle  paylaşırken, Türkiye İş Bankası’nın 100’uncu yıl nedeniyle düzenlediği  uluslararası  toplantıda  Prof. Dr. Aziz Sancar’ ın  sahneye gelişini ve kopan alkış tufanını anlatmıştım: Salonda  boş yer yoktu. Aziz Sancar’ın adı duyurulunca herkes ayağa kalktı; 82 yılı bulan yaşamımda çok az gözlemlediğim bir “alkış tufanına” tanıklık ettim.
 Salonda çoğunluk  iş dünyasında yer alan genç insanlardı; avuçlarının içi patlarcasına  sevgi ve saygılarını  ellerinin diliyle anlatmaya çalışıyorlardı.
    Aradan 20 gün bile geçmemişti, yaş ortalaması 30’ları bile bulmayan genç insanımız Haliç Kongre  Merkezinin büyük salonunda  Brand Week İstanbul  etkinliğine katılmıştı. İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun çok önemli mesajları içeren konuşmasının ardından Nobel  Ekonomi Ödülü  aldıktan sonra İstanbul’a ilk kez gelen  Prof.Dr. Daron Acemoğlu’nu dinleme sırası gelmişti.
Anons  edilir edilmez salon  ayağa kaktı, öylesine güçlü bir alkış tufanı oluştu ki, geri dönüp  insanların gözlerinin içine bakmak istedim, ama  alkışın şiddeti gözlerimi kamaştırmış olmalı ki “ellerin sesinden” başka bir şey zihnimde yer edinmedi.
İnsanımız, özellikle de yetişkin genç insanımızın bir arayış içinde… Daron Acemoğlu’nu alkışlarken, sanki  özlemlerini, bütün saflığıyla yükselen umutlarını, yaşadıkları ülkeyle ilgili beklentilerini, düşlerini, düşüncelerini, yok eden  olumsuzlukları, yapamadıklarını, yaptıklarını ve yapmak istediklerini  “ellerinin diliyle” anlatıyorlardı.
    Anladığım  kadarıyla diyorlardı ki: Önümüzü açarsanız  biz de  Nobel Ödülüne gidebiliriz. Umutsuzluktan göç eden, gurbeti sılaya dönüştürmek zorunda kalanlara imkan verilirse,   doğduğumuz topraklara   değer katarız… İnsan olarak bizim  kimseden farkımız yok. Toplumların iyisi, kötüsü, beceriklisi, beceriksizi, akıllısı, akılsızı  yoktur; iyi eğitileni ve iyi yönetileni vardır…
    Diojen’e atfedilen bir haykırıştı  sanki : “Gölge etmeyin, başka ihsan gerekmez!”

“Çadırınızın direğini sağlam tutun!”

Büyük yazı ustası  Çetin Altan ’ı hep birlikte anımsayalım: “Koşullar ne olursa olsun, kendi çadırımızın direğini sağlam tutalım. Yaşananlar yaşanır, sonunda tarih hükmünü verir. Enseyi karartmanın gereği yok!” 
    İnsanlık çok şey yaşadı… Şimdi  Çin’in ünlü bedduası geçerli: “ Tanrı sizi büyük dönüşüm dönemlerinde yaşatsın!”
    İnsanlık tarihinin tanıklık etmediği büyük bir dönüşüm döneminin tam da ortasındayız: Teknolojideki nitelik gelişmeler kas gücü uzantısı aşamasından  zihin gücü usantısına  hızlı geçişler yaşıyor. Her şey, doğrusal değil, katlanarak büyüyor. Sonsuz küçükle sonsuz büyüklere erişilebilme potansiyeli her geçen gün gerçeğe dönüşüyor. Bağlantı, iletişim-etkileşim, rekabet ve işbirlikleri geçişleri yeni bir dünya düzenini dayatıyor. Teknolojinin insanın performansını artırması kadar, yerini alma potansiyeli var oluşumuzu tehdit ediyor. Ölçme, sayısallaştırma, görselleştirme ve kavramsallaştırma geçişleri algılarımızı değiştiriyor, bilgilerimizi farklılaştırıyor, anlama düzeylerimizi  etkiliyor  ve anlamlandırma biçimlerini yeniliyor. Deneyimsel bilgi yerine duyuma dayalı  malumat  mahkumu olma  tehlikesiyle yüzleşiyoruz. Süreçlerin uçtan uca  etken ve edilgen gözetim ve denetim yapılarını değiştiriyor. Organik bilinçten inorganik bilince geçişin ne gibi etkileri olabileceğini kimse öngöremiyor.
    Karamsar bakış için üretilebilecek çok gerekçe var ama, insan aklı çare üretmek için var… Enseyi karartmadan çare üretmenin izini sürmeliyiz, başka yolumuz yok!