"Kim ki hayvanlardan çok bahsediyorsa, insanlar adına utanıyordur."
Elias Canetti 

     Sokaklara can emanet edilir mi? Ediyorsunuz, ediyoruz mecburen. Sokaklara, dağa, bayıra, adı "Barınak"a çıkarılmış, çoğu "ölüm kampı"; sevgisiz, acımasız insanların ellerindeki tel kafeslerin arkasına. 
     Başka çare var mı? İmkanınız olsa hepsini evinize, bahçenize korumanız altına alırsınız ama olmuyor işte, üç beş tanesini koruyup kollayabiliyorsunuz o kadar. Ya gerisi? Ya diğerleri? Gözden, gönüllerden uzak tuttuklarımız, ne olursa olsun artık diye başımızı dönüp de bakmadıklarımız, bakamadıklarımız? 
     Ankara'ya iş ziyaretine giden bir arkadaşım aradı: Telefonda sesi titriyordu, öyle aşırı duygusal ya da hayvan korumacı birisi değil ama benim yanımda dura dura, üzüm üzüme baka baka kararırmış derler ya o da benden hızlı hayvan sever kesildi. Ulus'ta yürürken birden kalabalığın içinde bir köpeğe gözü ilişmiş, günün en sıcak saatlerinde hayvan peri perişan kalabalık bir yana, korkunç bir araç trafiğinin içinde. Mutlaka bildiği bir hedefe varmak için, inanılmaz bir çaba içinde kaldırımdan caddeye, caddeden kaldırıma çıkıp inerek soluk soluğa koşarken bir an göz göze gelmişler. İşte tahmin ettiğiniz üzere ondn sonra film kopmuş doğal olarak. 
     Konuşmanın sonunda epeydir düşündüğüm bir konuyu tekrar düşünmeye başladım. Kent hayatı hayvanlara uygun mu değil mi? Hani hep dayatıyoruz ya onlarla birlikte yaşamayı öğrenelim, onlar da hayatımızın içinde olsun diye. 
     Arabalar, insanlar, bahçesiz bir karış toprağa hasret taş binalar ve bunların arasında yaşam savaşı veren, açlık, susuzluk çeken, insanların çoğunluğunun tacizine boyun eğen masum canlar kediler, köpekler.. Bu şekilde yaşamak onlara, hayvanlara işkence değil de ne ? Çözüm barınaklar mı? Ömür boyunca tüm hayvanları -ki sayısal olarak olası değil- o hapishanelerde kapalı tutmak, bu mu çözüm? 
     Pekiii.. O halde İstanbul'daki birçok belediyenin yaptığı gibi ormanlara atalım onları! İyi de orada bu hayvanlar ne yer ne içer? Çoğu şehre dönmeye çalışırken yollarda yaşamlarını yitirmekteymiş. Demek ki ormanlar da onlara uygun değil. Aksi olsaydı orada mutlu mesut yaşamlarını devam ettirirlerdi. 
     Şehirlerde, zaten çok az kalan bu canların sığınabileceği yerler de mezarlıklar, parklar, özel bahçeler, cami avluları. Oralarda oluverseler, barınsalar olmaz mı? Ama hayır! Bu alanlar da o gariplere hepten yasak. 
     Eee o halde ne yapalım bu canları, uzaya filan mı ışınlayalım? Ah! Keşke mümkün olsa.. 
     Hadi hep birlikte kafa yoralım azıcık. Herkes şikayetçi; seveni de sevmeyeni de, ilgisi olanı da olmayanı da, ama çözüm üretelim denince kimselerden şöyle doğru düzgün adam gibi bir proje gelmiyor. 
     Yasanın öngördüğü, hayvan korumacıların çoğunluğunun üzerinde hemfikir oldukları çözüm önerisi, "aşıla- kısırlaştır- yaşadığı ortama geri bırak, beş on yıl içinde popülasyonlarını kontrol altına al.” Bu dönemde sokaktakilere elden geldiğince sahip çık, mama, su, beslenme odakları oluştur. 
     İyi de bu projenin yürütülebilmesi için kentlerin dışında kırsaldaki üremenin de mutlak kontrol altına alınması gerekmez mi? Şehirlerde sürekli kısırlaştırma yapılıyor (o da bazılarında) ama kırsaldan tekrar şehirlere hayvan bırakılıyor. Yani bir kısır döngü. Havanda su dövülüyor sürekli. 
     Kasabalarda belediyeler, hayvanların sağlık birimlerini oluşturmuyor, bütçesizlikten yakınıyor. Bunun yerine ara ara tepkileri çekmeden, gizli, saklı türlü yöntemlerle -uçurumdan atma, kuduz bahanesiyle zehirli iğnelerle uyuşturup çöp kamyonlarının preslerinde ezme, canlı canlı toprağa gömme, yavru, büyük demeyip dağ başlarına terk- gibi itlaf yapmayı yeğliyor. 
     Devlet politikası haline getirilmezse, sıkı koordineli bir "kır- kent ortak uygulaması" yapılmazsa sadece laf olsun, hayvan severlerin seslerini biraz bastıralım düşüncesiyle hareket edilirse -ki şu dönemde de ne yazık ki yapılan sadece bu- daha çok seneler, o bana Ankara' dan telefon eden arkadaşımın isyanı gibi isyanlar duyulacak.