Müdavim okurlarımdan hatırlayanlar olacaktır;
-Başlığı oturduk, bakalım altını nasıl dolduracağız!..
Zaman zaman yazılarımda kullandığım bu “yakınma” bir fantezi değil. O günün yazı tasarlar, “uygun bir başlıkla başlarım klavyenin tuşlarına basmaya!..
Sabah kalkınca ilk yaptığım işlerden biri kendime bir kahve hazırlamak, bilgisayarı açıp günün gazetelerinde haber başlıklarını okumaya başlamak.
Yine öyle bir günün sabahı…
Sakarya’dan sonra Cumhuriyet’e geçtim. Ana sayfada üçüncü haber;
-Yenidoğan davasında ilk duruşma!..
Bir an durakladım ve hatırladım:
-Yetmiş dokuz yıl önce bugün ben de bir ‘yenidoğan’ idim!..
***
Şu son 1 aydır ne kadar çok okumuş, duymuştuk o sözcüğü. Üstelik bir tıp tabiriyle bitişik yazılışını… Benim bilgisayar halen “hatalı yazım” anlamında “kırmızıçizgi” çekiyor altına.
Duymuştuk zira; ettikleri meslek yemine gereği, ilk görevleri “insanı yaşatmak olan Tıp doktorları ve sağlıkçıların oluşturduğu vahşi bir çetenin “yenidoğan bebekleri” “üç-beş kuruş” uğruna;
-Nasıl ölüme terk ettiklerini…
Aman ha, sakın yanlış anlaşılmasın; Şükürler olsun bunların dışında kalan on binlerce tıp doktorumuz, sağlık görevlimiz var ki;
-Onların sayesinde ömrümüzü tamamlamaya çalışıyoruz!..
Çürümüş, çürütülmüş ve de sağlığımız “özele terkedilmiş” sisteme rağmen!..
Yaşadık gördük, göreceğiz!..
Kutlama telefonları, mesajlarla biraz duygulandım ve dağıldım! Devam edelim:
1891 yılında Balkanlardan göçüp gelen atalarımdan; Ahmet Çavun torunu (19 günlükken ölmüş) ve onun evladı Osman Arslan’dan olma, eşi Hüsnüye’den olma bir köy (Kanlıpınar) çocuğuyum.
Rahmetli anam yeri geldikçe anlatırdı;
-Seni ağlaya, ağlaya geri getirdim!..
Nedeni şöyle; Benden önce iki doğum yapmış anacığım. İkisi de yaşlarını tamamlayamadan ölmüşler. O yılların Kasım ayları malum: üşütmüşler doğumda. Birkaç gün sonra rahmetli teyzem geliyor şehirden. Getirdiği “”Pazar ekmeğinden” iki dilimini kesip, sobanın üzerinden ısıtıyor, üzerine bir parça sirke döküp göğsüme koyup, sarıp sarmalıyor, bu kadar;
-O günden bugüne idare ediyor akciğerler!
Hani derler ya, “görecek günlerin, yaşanacak ömrün varmış” diye. Benimki de öyle;
-Yaşadık, gördük, devam ediyoruz!...
Daldan dala bugünlere.
Ne zormuş insanın “kendinden söz eden bir yazı yazması. Klavyenin başına oturalı iki saat geçmiş, hale yarısındayım.
-Bitireceğiz nasıl olsa, gazeteye yetiştireceğiz!..
Pek çok insan gibi “daldan dala”dır benim de ömrüm. Sonunda, konduğum ve aynı dalda durduğum bir meslek var ki, ömrümün dörtte üçüne denk gelir; gazetecilik;
-İyi ki doğmuşum, iyi ki bu mesleği seçmişim!..
Bilirsiniz zordur bizim iş. Açısıyla, tatlısıyla ve de sağlıkla geçen bir 60 yıl, Ben söylemeyeyim. Okurlar, dostlar takdir eder…
O süre içinde “neler gördü, neler yaşadı bu ömür.” desem, yeterli olur sanırım. Ve anlaşılacağı üzere;
-Gördüklerini, yaşadıklarını yazarak, okuyanlarla paylaşarak geçen bir ömür!..
Sanırım mutluluğumun bir nedeni de budur. Bu anlamda çok şanslıyım çok!.. Hayatımın çeşitli evrelerinde bana “hayal kırıkları” yaşatanlar olmasına karşın, “düşmanlarım” olmadı. Ben de kimseyi düşman bellemedim!
Buna karşılık, çok ama çok sayıda arkadaşım, dostum, sevenim sevilenim oldu.. Bu anlamda özetlersem diyebilirim ki;
-Mutlu, mes’ut bahtiyar veda edeceğim bu aleme!..
***
Sevdiğim bir şarkıdır. O şarkıyı akıllarına geldikçe bazı dostlar (örneğin Kemal Yılmazer) bana o şarkıyı gönderirler;
-Ömrümüzün son günü, son baharıdır artık!..
***
Bakalım nasıl geçecek son baharımız!..