Bilim ve Felsefenin halen süren en tartışmalı konularından biridir bilincin ne’liği. Bilincin nasıl çalıştığı ve nerede olduğu halen araştırmaların konusu olmaktan çıkamadı. Bazı farklı anlatılar olsa da kabul edilen genel görüş; bilinç sahibi canlıların kendi öz farkındalıklarını ve içinde bulundukları çevrenin konumunu algılayabildikleri özel bir beyin işlevi olduğudur. Günümüzde adına fonksiyonel MRI denen bir beyin-tarama tekniği kullanarak, beyinde kan akışını dolaylı olarak ölçebiliyor ve böylece bilinci nesnel olarak gözlemleyebiliyoruz. İnsanlık olarak neredeyse iki bin yıl boyunca dünya merkezli evren inancıyla bilinç geliştirmiş olmamıza karşın gün geldi, Kopernik, Kepler ve Galileo ile bilincimiz değişti, güneş merkezli evrene dönüştü. Sonra René Descartes zihin (ya da ruh) ve bedenin birbirinden temelde farklı iki şey olduğu argümanı ile, bilinç tanımını biraz daha ileri götürdü. Ama bu görüş de tarihin tozlu sayfalarında sadece “zihin-beden düalizmi” olarak anılmakla kaldı. Bilincin özel bir şey olduğunu savunan bakış açısı artık benimsenmiyor ve bunu 19. yüzyılda yaşamış olan biyolog Thomas Huxley gibi kişilere borçluyuz. Thomas Huxley, zihinde olan biten her şeyin aslında beyindeki maddi olayların bir sonucu olduğunu ileri sürmüştü. Popüler kültürde nöral bağlantıları olan, acı duyan her şeyin bilincinin olduğu görüşü hakim. Ancak doğal olarak insanların bilinci evrim sonucu gelişen frontal korteks nedeniyle diğer canlılardan farklılaşıyor. Ne olursa olsun canlıda en ilkel biçimiyle bile olsa bilincin var olma nedeninin öncelikle tehlikeden kaçınma, dolayısıyla hayatta kalabilme olduğunu düşündürüyor…
Özetle; sinir sistemine sahip canlılar ne yapıyorsa öncelikle hayatta kalabilmek adına düzenliyorlar davranışlarını ve buna göre zihin geliştiriyorlar. Toplumlarda öyle, yaşama tutunabilmek için “toplumsal zihin” oluşturuyorlar. Peki toplumun hayatta kalabilme uğraşının yöntemi neden bu kadar farklı olabiliyor? Bilinç nasıl böylesine yarılabiliyor? Bunu geçmişteki uzun erimli bilinç oluşturma sürelerini incelemekle anlayabiliriz. Neden olarak da geçmişimizde Osmanlının kuruluş yıllarına kadar uzanan bilim ve felsefeyi dışlama gayretini bulabiliriz. Rönesans sonrası bilimsel devrimlerin süregeldiği Batı’da ilerleme sağlanırken, Osmanlı’da bir tek bilim insanı ve felsefeci yetiştiremediğimiz gibi 1580 yılında, Takiyüddin Efendinin muhteşem rasathanesi Şeyhülislam Kadızade'nin fetvası ve padişah III. Murad'ın emriyle denizden topa tutularak yıkılıyordu. Oksijenin bulunuşundan 180 yıl sonra Osmanlı’da oksijen deneyi yapan bir hoca yüzünden açılan tek üniversite de kapanıyordu. O sırada batı dünyasında kaç üniversite olduğunu hiç merak ettiniz mi? İşte ülke toplumunun bilinci bu koşullarda gelişti. Cumhuriyet devrimlerini kendi ellerimizle teslim etmeseydik eğer kıracaktık bu kısır döngüyü. Halen bir direniş ile karşılaşıyorsa hâkim karşıdevrim zihniyeti, o teslim alınamayıp ayakta kalan ve direnişini sürdüren bilinç sayesindedir…