Evet tablo gittikçe ağırlaşıyor, birkaç gün önce hemen deprem sonrası ölü sayısını 75 (yazıyla yetmiş beş) olarak alt yazı geçiyordu televizyonlar. Şimdiden on bini geçti, daha ulaşılamamış binlerce yıkıntı var. Japonya’da 9 şiddetindeki depremde iki kişi ölüyor, bizdeki bu can pazarının nedeni ne acaba? Deprem öldürmez bina öldürür cümlesindeki “bina” sözcüğü içinde hırsızlık, cehalet, rantçılık ve yağmacılık kelimelerini barındırmakta aslında. Tüm yukarıda sıraladığımız sıfatlar az gelişmişlik ürünü olup doğrudan ölüme neden olmakta ve ölenlerin büyük çoğunluğunu da yoksullar oluşturmaktadır. Az gelişmişlik kendisi için iyi olanın seçimini yapamayan, eğitimini ve gelişimini tamamlayamamış yoksulları sever. Sonuçta insanları bina değil yine insan öldürür. Bilimsel düşünceyi öğrenememiş toplumların kaderi budur. Oysaki daha 23 sene evvel gibi yakın geçmişte bu deneyimi yaşamış ve bilime kulak verip öğrenmiş olmamız gerekirdi. Yoksa 17 Ağustos 1999 depremi bir deneyim yaratmadı mı? İlk büyük tragedya şairi Aiskhylos bundan 2500 yıl evvel söylemişti, “acının ödülü deneyimdir” diye…
Doğa felaketlerine veya pandemilere otoriter bir yönetim altında yakalanmaktan daha kötüsü olamaz. Mutlaka tek elden yönetim baskısını, sosyal medya erişim kısıtlamasını, çökertilmiş kurumların liyakatsiz iş bilmez yöneticilerini karşınızda bulursunuz. Amaç düştüğü yeri yakan ateşin “devlet nerede?” çığlıklarının yayılmasını duyulmaz kılmaktır. İktidarın gerçek bir kriz karşısında tüm yaldızları dökülmüştür. Halkın öfkesi de biraz bundan, yıllardır yapılan propaganda ile Türkiye’yi süper güç sanıyorlardı, geçte olsa kandırıldıklarını anladılar. Başımıza gelen felaketleri kader veya fıtrat deyip halkı uyutmaya çalışan siyasal İslam bu ülkedeki en önemli, en tehlikeli fay hattıdır. Bilime sırtını dönüp kurumları çalışamaz hale getirip, şahsım devleti yaratmak bunca yıkımın ağır sorumlusudur. Bu 21 yıllık siyasi enkaz kalkmadıkça ülkenin düzlüğe çıkmasına da olanak yoktur…