Tarih insanlığın iki ana devrimden geçtiğini söylüyor; Biri Tarım Devrimi diğeri Sanayi Devrimi. Tarım düzeninde insanın yaşamını din kuralları saptıyordu. Ortaçağdan çıkış demek “inanç” ile “akıl” arasındaki köprüyü aşmak anlamına geliyordu. Rönesans ve Reform hareketleri, sanayi devrimi, Fransız ihtilali bu süreci çok etkiledi. Avrupa’da din temelli eğitimin son bulması 15. Yüzyılı bulur. Türkiye medrese öğrenimini 20. Yüzyılda terk edebildi. Batı aydınlanmasıyla aramızda bu hesaba göre beş yüz yıl kadar var demektir. Gutenberg matbaasında ilk kitap 1450 yıllarında basılırken, Osmanlı da tarih 1729’u gösteriyordu, bunlar arasında da 279 yıl var. Yanı Batı dünyasıyla aynı zamanda yaşayan Osmanlı aslında ayrı zamanlarda yaşıyorlardı. Zaten 1925 yılında saat ve takvimi uluslararası kurallara uygun hale getirdiğimizde 1341 yılında yaşayan Türkiye birden 1925 yılına atlamış oldu. “1923 Cumhuriyet Devrimiyle” ülke insanı emperyalizme karşı kurtuluş savaşını kazanmış, padişahlığı yani monarşiyi yıkmış, toplum ümmet aşamasından millet aşamasına geçmiş, bireyde kulluktan yurttaşlığa terfi etmiş oldu. Bütün bu olup bitene kısaca “Türk Aydınlanması” diyoruz. Aydınlanma demek; sanayileşme, uluslaşma, laiklik, demokrasi, insan hakları gibi kavramları özümsemiş “Yeni İnsan” demekti. Peki insanlık artık aydınlandı mı, “yeni insanı” oluşturabildik mi? Sorunun yanıtı, hayır!.. Hatta ülkemizde geriye gidiş söz konusu. Tarih düz bir çizgide akmıyor ne yazık ki, zaman zaman geriye gidişlerde oluyor. Ancak akan suya kilit vurulamıyor…
Fransız ihtilalinin etkin yazar ve filozoflarından Montesquieu yasama, yargı ve yürütmenin ayrılması yani “güçler ayrılığını” savunup bugünkü demokrasinin temellerini atarken, halk olmanın temelinde egemenliğin var olması gerektiğini düşünen Rousseau “güçler birliğini” savunuyordu. Atatürk genelde Rousseau’yu takip etti. Yani başlangıçta gücün tek elde toplanmasını istemişti. Devrim koşulları, okuma yazma oranının yüzde onu bulmayan din-tarım imparatorluğu artığından ulus devlet yaratmak onu gerektiriyordu. Öyle de yaptı. Ancak gelişip, 1950’lerden sonra çok parti hayata geçip de demokrasiyi kurumsallaştırma çabalarında aydınlanma karşıtı hiçbir parti lideri güçler ayırımını gözetmeyi düşünmedi. Hepsi de güçler birliğini savunup, gücü kendi elinde toplayıp muhalefeti ezmek istedi. Gazete Pencere’de Efe Sıvış “Olmaz Mahmut” adlı makalesinde neden böyle oluyor diye sormuş. Çeşitli müelliflere göre değişik nedenler bulmuş hem güldüren hem de düşündüren. Gelin “niye böyleyiz” bir göz atalım: “Daron Acemoğlu’na bakarsanız kurumlarımız düzgün değil. Max Weber’e bakarsanız kültürümüz müsait değil. Yılmaz Esmer’e bakarsanız değerlerimiz uygun değil. Bernard Lewis’e bakarsanız dinimiz uyumlu değil. Aysun Kayacı’ya bakarsanız eğitimimiz yeterli değil. Murat Bardakçı’ya bakarsanız genlerimizde yok! Bana sorarsanız paramız yok...” diyor sayın Sıvış. Ben de katılıyorum hepsine, en çok da yazarın kendisine. Her kötülüğün nedeni yoksulluk. Kısır döngü bu; yoksulluk kötülüğe, kötülük yoksulluğa neden oluyor…